12 Şubat 2014 Çarşamba

Eloy’u biz çok sevmiştik


 Bir zamanlar adına rock kafe bile kurulan 70’lerde ülkemizde bir hayli sevilen Alman progresif rock grubu Eloy, yeni çıkan konser albümü “Reincarnation On Stage”de 40 yıllık müzikal serüvenini özetliyor.

Almanların unutulmaz progresif rock grubu Eloy, bugünlerde pek bilinmiyor olsa da zamanında ülkemizde hayli tanınan ve sevilen bir rock grubuydu. Hatta 80’lerin sonunda İstanbul’da rock barların yerinde  Galata Köprüsü’nün altı varken, ilk açılan rock kafelerden birinin ismi de “Eloy” olmuştu. 80’lerde kurulan (ama bugüne albüm kaydı bırakamayan) Türk rock gruplarının konserlerinde de Eloy parçalarını yorumlamak ya da onun izinden giden parçalar oluşturmak adettendi. Daha öncelerine bakarsak 70’li yıllarda da her rock dinleyenin odasında bir Eloy plağı bulunması gayet olağandı.
Şimdilerde 50 yaşının üzerinde olanların bildiği ve sorduğunuzda “Ya evet ya! Öyle bir grup vardı” diye hatırlayacağı Eloy, günümüzde de yoluna devam ediyor. Grubun iki CD’lik konser albümü “Reincarnation On Stage” 17 Ocak tarihinde piyasaya çıktı.

Zaman Makinesindeki Eloy

  H.G. Wells’in kurgu bilim romanı 'The Time Machine” da dünyanın 800.000 yıl sonraki durumunu resmedilir. Bu romanda anlatılan öyküde insanlardan tek bir kişi kalmıştır ve o da ölünce insan diye bir şey olmayacaktır. Romanda insanın tek önrneği olan bu karekter, zaman gezginlerinin sayesinde yeni bir başlanğıç yapabilecek ve insan soyu devam edebilecektir. Bu romanındaki tek kalan insan karekterinin ismi ise Eloy’dur ve 60’ların sonunda kurulan bir Alman grubunun da ismi olacaktı. Dönemin ABD’li, İngiliz rock gruplarının hakimiyetinde bir Alman grubunun fazla şansı yoktu. Bu nedenle yeni kurulan bu Alman grubu da bir belirsizliğe doğru bir çıkış yapıyordu.  
Eloy denilince akla Frank Bornemann gelir. Kuruluşundan bugüne kadar grubun değişmeyen tek elemanıdır ve müzikal yapının da gerçek mimarı odur. Grubun kuruluşundan sözetmek istediğimizde Almanya’nın 60’lardaki müzikal durumuna bakmamız iyi olur. O dönem ABD ve İngilizlerin aksine Almanlarda rock yapan gruplara pek rağbet yokmuş. Bir anlamda bizimle aynı kaderi paylaşıyorlarmış denilebilir. 60’ların sonunda Almanya’da “krautrock”  diye isimlendirilen grupların ortaya çıkışıyla bir takım şeyler değişmeye başlayacaktı.    
Gitarist Frank Bonnemann tarafından kurulan Eloy, ilk albümünü 1971’de çıkaracaktı.  Bu albümde grubun bugün bilinen progresif tarzı değil daha hard rock bir hava vardı. Ancak albümde yer alan “Something Yellow” ilerdeki müzikal yapının tiyolarını veriyordu.
İlk albümde vokali üstlenen Erich Schriever ile gitarist Bornemann grubun müzikal yapısını birlikte oluşturuyorlardı. Bir süre sonra  vokalist Erich Schriever müzikal fikir ayrılıklarından dolayı gruptan ayrılacaktı. Böylece ikinci albüm “Inside”da Bornemann’ın progresif fikirleri hakim olacaktı. 4 parçanın bulunduğu bu albümde  18 dakikalık “Land Of Nobody” grubun yeni tavrını gözönüne getirirken, “Future City” dönemin sevilen parçaları arasına girecekti. “Inside” albümü Eloy’un Almanya dışında tanınmasını da sağlayacak ve  İngiliz progresif gruplarının konserlerinde açılış grubu olarak yer almasına neden olacaktı. Yükselişini sürdüren grup 1974’de de “Floating” i çıkaracaktı.   

Kurgu Bilim temalı şarkılar ve rock’da senfonik zirve

Eloy 1975’te “Power and the Passion” albümünü yaptığında progresif tarzın en üst düzeyine çıkar ama buna rağmen grup dağılmanın eşiğine gelir. Bunun sebebi de   elemanların  müzikal fikirlerinin ayrılıydı. Grubun kuruluşundan itibaren gitarist Frank Bornemann dışında devamlı eleman değişikliği oluyordu.
Grubun dağılışından bir yıl sonra Eloy, Bornemann’ın önderliğinde tekrar kuruldu. Böylece grubun ikinci dönemi başlıyordu. Bas gitarda Klaus Matziol, klavyede Detlev Schmidtchen, davulda Jurgen Rosenthal ve gitar/ vokalde de Frank Bornemann’ın yer aldığı bu dönem, grubun zirveye çıkışıydı. 1976’da gelen “Dawn” albümü bütünlüklü anlatımıyla senfonik yapının kuvvetlendiği çalışma olacaktı.  Senfonik orkestranın da katıldığı bu çalışmada davulcu Rosenthal’ın şarkı sözlerine yaptığı katkı da değere haizdi.  
 Eloy’un 1977 tarihli “Ocean” albümü başarıyı perçinler.  4 uzun parçanın yer aldığı albüm, Atlantis’in oluşumundan batışına kadar olan serüveninin, epik bir dille anlatımıdır. Parçaların sürelerinin uzunluğu, konserlerde de yarım saate yakın yorumlara neden olacaktı. Böyle olunca da doğaçlamalarla işlemelerle olay bir müzikal zerafete dönüşecekti. Ancak 70’lerin sonu geliyordu ve progresif rock’ın kabusu başlıyordu. Yükselen punk’ın da etkisiyle parça süreleri kısalıyor ve uzun, doğaçlamalı yorumlar son buluyordu. Bu da progresif rock’ın sonu demekti. 70’lerin senfonik ögeli bir sürü grubu ya yönününü günün modalarına değiştirecekti (tabi bu da ne ona ne de buna yaranabilecekler demekti) ya da plak şirketlerinin kapısında reddedilmekten helak olacaklardı. İşte böyle bir süreçte ilginçtir, Eloy bir baş yapıt çıkaracaktı. Grubun 1979 tarihli “Silent Cries Mighty Echoes” albümü muhteşem bir müzikal direnişse de Eloy’ın en başarılı ikinci döneminin sonu olacaktı. Piyasa şartlarına rağmen başarılı bir albümle direnen grubun içinde klavyeci Detlev Schmidtchen ve davulcu Jurgen Rosenthal’ın ayrılışı büyük bir darbe olacaktı.
80’li yıllara gelindiğinde Eloy’un progresif çizgiden uzaklaştığı, sönük dönemi başlayacaktı. Bornemann her ne kadar progresif tarzda israr etse de grubun diğer elemanları günün modalarına uymayı tercih ederler. Böylece grubun
 sert gitar ağırlıklı, kısa parçalardan oluşan albümleri çıkar. Başarısız bu dönemin ardından 1985’te Eloy dağılır.


Frank Bornemann eşittir Eloy

Eloy demek bir anlamda  Frank Bornemann demekti. Grubun kurucusu da olan gitarist vokalist Eloy’un bilim kurgu temali şarkıları ve progresif  müzikal yapısını kuran bir mimar gibidir. O olduğu sürece de Eloy devam ediyor demekti.   Bugünlerde bu devam edişi muhteşem bir konser albümüyle hissetmekteyiz. Geçtiğimiz hafta çıkan “Reincarnation On Stage” adındaki 2 CD’li konser albümünde gitarist ve vokalist Frank Bornemann, Eloy’u yeniden dizayn etmiş. Michael Gerlach ve Hannes Folberth keyboardlara geçerken, Klaus Peter Matziol basgitarda, Bodo Schopf da davuldaki yerini almış. Frank Bornemann, grubun yeni dizaynında kendi vokaline yeni bir boyut katacak bir şekilde yanısıra bir kadın sesine Alexandra Seubert’e de yer vermiş.

Eloy ile tekrar karşılaşmak güzel ama en önemlisi Alman aksanlı İngilizceyi çok özlemiştik diyebilirim. 

9 Şubat 2014 Pazar

Bruce Springsteen’den AC/DC şarkısı



Bruce Springsteen son albümü “High Hopes’ın konser turnesinin Avusturalya bölümüne geçtiğimiz çarşamba günü başladı. “Patron” turnenin Avusturalya ayağında bir sürpriz yaparak dünyaca ünlü Avusturalyalı heavy rock’n roll grubu AC/DC’nin unutulmaz klasiği  'Highway To Hell' ile konserlerine başladı. Bu tavır Bruce Springsteen’in Avusturalya’da vereceği diğer konserlerde de sürecekmiş. Sanatçı aynı turnenin Londra konserinde de İngiliz Punk efsanesi The Clash’ın ‘London Calling’ parçasıyla başlamıştı.
Bruce Springsteen’in Avusturalya kıtasındaki konserlerinin girişini yaptığı ‘Highway To Hell” AC/DC’nin 1980’de ölen vokalisti Bon Scott ile özdeşleşmiş klasiklerinin en başında gelir.

Bruce Springsteen'in Avusturalya konserinin açılış görüntüsü


8 Şubat 2014 Cumartesi

Salvador Dali’nin Atölyesinden Müziğe



Elektronik müziği rock ile buluşturan 70'lerin efsanevi grubu Tangerine Dream’in kurucusu ve beyni Edgar Froese müziğe başlamadan önce plastik sanatlar üzerine Berlin’de eğitim alan bir öğrenciydi. Resim çalışmalarının yanısıra Saykodelik Rock yapan bir grupta  kurmuştu. 
Resim konusunda Surrealizm (Gerçeküstücü) tarzına tutkun olan Froese, o sıralarda Zodiak Free Arts Lab’da Salvador Dali’nin asitanlığını yapıyordu. 

Buradaki çalışmalarının birikimi müzik hayatında da kendini gösterecekti. Tangerine Dream’in plak kapaklarının birçoğunda onun tasarımı ve izleri mevcuttur. 
Tangerine Dream'ın elemanı Froese'nin yaptığı albüm kapaklarından biri

7 Şubat 2014 Cuma

TANGERINE DREAM ile Aya Seyahat


 
  Müzik yazarı dostum Murat Beşer’in plak merakının başladığı ilk gençlik yıllarında yaşadığı bir anısını size anlatayım. Fatih’te oturdukları aynı mahalleden bir abi ona plak merakını aşılıyor. Çok sıkı Rock albümleri topluyorlar ve tabi gün boyu geçen muhabbet plaklar ve Rock üzerine oluyor, ister istemez. Rockçılar ve tabii Pop, diskodan pek haz etmiyorlar. Ve bir gün bir karar alıyorlar
”İçinde gitar olmayan plakları dinlemeyelim.”
Bu kararı vermenin huzuruyla plak dinleyip, demli çaylarından bir yudum alıyorlar ki ikisi de aynı anda,
“Peki ama…
 ya Tangerine Dream?”
Rock müzikte elektro gitar, en belirleyici enstrüman ama eski dönem Rock dinleyicisinin vazgeçemeyeceği Tangerine Dream ise 70’lerin klavye ağırlıklı elektronik grubu. O dönemin dinleyicisi için Deep Purple, Led Zeppelin ne derece önemliyse Almanların bu grubu da aynı değerdeydi.
1967 yılında kurulan Tangerine Dream’ı yeni çıkan bir albümünde Queen’in gitaristi Brain May ile birlikte görünce, ister istemez geçmişin bu anısı aklıma geldi.

Almanların Elektronik Müzik Dahileri

Amerikalı ve İngiliz gruplarının ağırlığındaki Rock müziğine 60 ve 70’li yıllarda duhül eden Alman gruplarına “Kraut Rock” diye bir ismi layık görmüşlerdi. Bu isim altında cıkan grupların hepsi biribirinden farklı, rengi ve sözü olan tavırdaydı ki bugün bile dinlenildiğinde insanı şaşırtacak deneysellikte, yenilikçi işler çıkarmışlardı. İşte onlardan biri de Tangerine Dream’di. Eskilerin klavye hakimiyetindeki bu grubu yıllar sonra çıkacak “New Age” tarzlarının da ilk tınılarını sunacaktı. Yılların grubu Tangerine Dream bugünlerde de bir konser albümüyle karşımıza çıktı.


Sovyet Kozmonot Juri Gagarin’in Anısına

Albüm yeni ama konser 2011 tarihinde Starmus Festivali’nde verilmiş. 2 yıl önceki bu konserin kayıtları da 2 CD halinde bugünlerde piyasaya çıktı.  “Starmus” ismini taşıyan konser albümünün ilk sürprizi de Queen’in gitaristi Brain May’in konuk olarak yer alması. Konserin bir başka önemi de Sovyet kozmonot Juri Gagarin’in uzaya çıkışının 50. yıldönümünde yapılmış olması. Bu yüzden konseri de hem Gagarin’e hem de daha sonra aya ayak basacak olan ABD’li astronotlar Neil Armstrong ile Buzz Aldrin’e ithafen vermişler. Grubun   kurucusu ve keyboardcusu Edgar Froese konserin açılış konuşmasında da bu açıklamayı bizzat yapıyor. Konserin finalinde ise bizi bir başka sürpriz bekliyor. “Sovyet besteci Pakmutava’nın “Tenderness” eserini grubun elektronik davulcusu Iris Camaa’nın Rusça seslendirmesinden sonra geçmişin uzay yolculuklarından hayatta kalan tek Sovyet kozmonot Alexey Leonov’un sahneye davet ediliyor.  Leonov’un konuşmasıyla konserin noktalanması Tengerine Dream’ın bu konuya ne kadar önem verdiğini bir kez daha gösteriyor.

Tangerine Dream Kaptanı Eric Froese

Tangerine Dream’da kurucu eleman Eric Froes ve davulcu Camaa haricinde Linda Spa saksofon ve flütün yanısıra ikinci bir keyboard desteğiyle konserdeki yerini alırken, Hoshiko Yamane’de hem akustik hem de elektro kemanıyla kadroyu oluşturuyor. Brain May konserde konuk gitarist olurken, Tangerine Dream’in gitaristi Bernard Belbi de kendini gösteriyor.

“We Will Rock You”nun Hard’ n Electronic Hali

Tangerine Dream klasiklerinin yeraldığı konserde Brain May’in, Edgar Froese ile yaptığı “Supernova”, May’in solo albümünün vazgeçilmesi “Last Horizon” ve tabii Queen klasiği “We Will Rock You” 13 dakikalık bir yorumla ve de Tangerine Dream düzenlemesiyle sunuluyor. Konserde ayrıca Linda Spa’nın saksofon katkısıyla büyüleyici bir atmosfere dönüşen “Loved By The Sun” ve İrlanda halk şarkısı “Sally’s Garden” da sürpriz yorumlar olarak renk katıyor.
70’lerin siyah beyaz ekranlarında merakla takip edilen uzay maceraları, aya yolculukları ve o günlerin unutulmaz grubu Tangerine Dream ile tekrar bir buluşma. Ogün uzayın müziğini yapan Alman grubundan 50 yıllık bir vefa. Bize de kalan bu konserde o günleri yaşayanlar için çocukluğa bir geri dönüş. Yaşamamış olanlar için ise Jules Verne’in “Aya Seyahat” kitabını okumak gibi birşey.


  Aptülika
bluesperisan@gmail.com
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...